top of page

Kara Bir Gün...

9 Şubat 1919... Zamanın etkili yayın gazetesi Hadisat’ta tarihimizin en ağır, en utanç verici günlerinden birini resmeden ve o günlerde oldukça ses getiren bir yazı kaleme alınır. Yazıyı kaleme alan cesur gazeteci Süleyman Nazif’tir. O zamanların (Türk tarihinin en zor zamanlarından biri) cesur ve nüktedan gazetecisi Süleyman Nazif kimdir?


Servet-i Fünûn edebiyatının şöhretli yazar, şair ve gazetecilerinden biri olan Süleyman Nazif (1869-1927), II. Meşrutiyet döneminin de önde gelen aydınları arasında yer alır. Şair, bu edebî ekolün içinde yer alsa da aslında edebiyat çevresinden uzak, zamanın toplum sorunlarına duyarlı ve nüktedan kalemiyle cesur bir duruş sergiler. Mütareke yıllarında vatanın dertlerine çare bulmak ve yok oluşa sürüklenen ülkesini ayakta tutmak için eserleriyle millî bir uyanış sağlama çabasındadır. Bu çabası nedeniyle İstanbul'u işgal eden İngilizler tarafından tutuklanarak 1920'de Osmanlı Devleti'ni parçalamaya yönelik önceden hazırlanmış proje kapsamında kendinden başka asker, devlet adamı, şair ve yazarlardan oluşan 146 Türk aydını ile beraber o zamanın meşhur sürgün istikameti Malta’ya gönderilir. İttihatçı siyasi yapıyla ilişkili görüldükleri için tutuklanan bu fikir ve siyaset adamları içinde Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit Yalçın, Aka Gündüz, Celâl Nuri İleri ve Ahmet Emin Yalman gibi ünlü şahsiyetler de vardır. Süleyman Nazif, 20 ay sürgün hayatını yaşadığı bu adada millî ve vatanî konulara, sürgün ve gurbet psikolojisine geniş yer veren yazılar kaleme alır.


Süleyman Nazif'in kaleme aldığı hemen her türden yazıların ana ekseninde “vatan” ve “millet” kavramları yer alır. şairin bu yazıları, ülkenin zorda kaldığı dönemlerde daha da yoğunluk kazanır. Cenap Şahabettin ile birlikte çıkardıkları Hâdisât gazetesinde İngiliz ve Fransızlarca İstanbul'un işgal edildiği gün “Kara Bir Gün” adlı yazısı yayınlanır. Süleyman Nazif, bu yazıda Fransız Generali Franchet d'Espérey'in Rum, Ermeni ve Yahudilerin sevinç gösterileri arasında İstanbul caddelerinden bir kahraman edasıyla geçip Fransız sefârethânesine girişine ilişkin rahatsızlığını müthiş bir şekilde anlatır.


Kara bir güne tekrar dönersek, Birinci Dünya Savaşı'nı kaybetmiş, Mondoros Mütarekesi ile teslim olmuştuk. İstanbul henüz resmen olmasa da artık müttefik güçlerin işgali altındaydı. İngiliz, Fransız ve İtalyan birlikleri ile sömürgelerden getirilmiş envai çeşit askerler şehrin dört bir tarafında fink atıyorlardı.


General Franchet d'Esperey, 23 Kasım 1918 sabahı bir savaş gemisiyle İstanbul'a geldi. Franchet d'Esperey Marne cephesinde kumanda ettiği 5. Ordu'nun Alman birliklerini püskürtmesinden sonra Fransa'da milli kahraman olmuş ve ‘‘Doğu Orduları Kumandanlığı’’na getirilmişti.


Fransız general, karaya Dolmabahçe rıhtımından ve Ermenilerle Rumlar'ın büyük sevgi gösterileri arasında çıktı. Beyoğlu'nun girişinde bulunan ve şimdi Fransız konsolosluğu olan o zamanın Fransız sefaretine gitti ama karşılamadan memnun olmamış, azınlıkların tezahüratını şanına layık görmemişti. Daha sonra yeniden gelmek üzere şehirden ayrıldı.


Franchet d'Esperey, 8 Şubat 1919'da İstanbul’a döndü ve Fransa'dan gördüğümüz hakaretlerin en büyüğünü işte o gün yaşadık.


General karaya bu defa Sirkeci'den çıktı, 21 pare top atışıyla karşılandı ve gazetecilere ‘‘Dolmabahçe Sarayı'nda kalacağını’’ söyledi. Sarayda o sırada Sultan Vahideddin yaşıyordu. İngiliz Komuta Heyetinin uyarması ile çok ileri gittiği bu düşüncesinden vazgeçirilmiş ve Enver Paşa’nın boğazdaki yalısında ikamet etmiştir. General için yalıda yaşayan Enver Paşa’nın hamile eşi Naciye Sultan ve küçücük çocuğu yaka paça dışarı atılmıştı.



Franchet d'Esperey şehri ‘‘fethetmiş’’ edalarında, Fatih Sultan Mehmed'i taklid edercesine beyaz bir ata binerek İstiklal Caddesi girişinde bulunan o zamanki Fransız Büyükelçiliği'ne at üzerinde kalabalık bir heyetle gitti. Ermeniler, bu defa generalin ‘‘şanına layık’’ bir hazırlık yapmışlar, Sirkeci'den Tünel'e, oradan da Taksim'e kadar uzanan güzergaha binlerce Ermeni yığılmıştı, Generalin geçeceği yollar konfetilerle süslenmiş ve hemen her köşede bir bando çalıyordu. İstanbul'daki Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, ‘‘kurtarıcılarını’’ gösterişli bir şekilde karşılayıp onu memnun edebilmek için ellerinden geleni yapmaktaydılar.





İşgalden ve şehrin her tarafında Türk halkına eziyet eden onları küçük gören yabancı askerlerden sonra yaşanan bu debdebeli beyaz atlı karşılama hadisesi İstanbul halkında moral bırakmamıştı. Şehir, 8 Şubat gününü büyük bir matem havası içinde geçirdi.


Şehre kabus gibi çöken bu hava, aradan 24 saat bile geçmeden Süleyman Nazif’in Hadisat gazetesinde sansür engelini gizlice aşabilerek yayınlanan makalesiyle dağıldı.


Süleyman Nazif yazdığı makalede; Ermenilerin bir gün önce yaptıkları taşkınlıkların Türkler'in kalbinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtığını söylüyor, ‘‘Almanlar 1871'de Paris'i işgal ettikleri zaman Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişlerdi’’ diyor, ‘‘Biz buna müstehak değildik diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düşmezdik. "Kader defterimizde böyle bir kederli satır da gizli imiş’’ diye yazıyor ama ümitlerin asla kaybolmamasını istiyordu.



General Franchet d'Esperey, makalenin tercümesi önüne konduğunda çılgına dönmüştü. Yazının onu en fazla sinirlendiren tarafı 1871'deki Alman işgalinin hatırlatılmasıydı, zira Marne cephesinde kazandığı zaferle eski yenilginin intikamını aldığına inanıyordu. Kurmaylarına ‘‘Bu adamı derhal bulun ve derhal yokedin!’’ diye bağırdı. Bir iddiaya göre kurşuna dizilmesini emretmişti.


Süleyman Nazif tevkif emrini duymasının ardından bizzat İstanbul polisine giderek teslim olmuş ancak zamanın İstanbul Polis Müdürü Mehmed Ali Bey onu Fransızlara teslimden imtina etmiştir. Bu arada İstanbul’da bulunan Fransız asıllı Osmanlı bürokratı Yusuf Franko Paşa araya girerek Süleyman Nazif’in General ile görüşmesini sağlamış, Nazif bu görüşmenin akabinde tevkif edilmekten kurtulmuştur. Fakat hadise sadece bununla sınırlı kalmamış, “Kara Bir Gün”ün yayınına izin verdiğinden dolayı sansür komisyonu görevlisi Yüzbaşı Aziz Hüdai Bey Fransız askerî memurlarınca alelacele tutuklanmıştı. Yüzbaşı Aziz Hüdai Bey tutuksuz yargılanmak üzere, ancak on beş gün sonra serbest kalabilmiş ama bu kez de işinden olmuştu. Hâdisât gazetesi ise 25 Şubat tarihine kadar kapatılmıştı. General d’Esperey’in gösterdiği tepki makalenin popülerliğini daha da artırmış, “Kara Bir Gün” el yazılarıyla binlerce kez kopya edilmiş, dağıtılmış ve sokaklara afiş olarak asılmıştı. Daha sonra birçok yazar ve hatip gibi Süleyman Nazif de Malta’ya sürgün edilmişti. Orada ‘‘Kimsesiz, sıtmalı, hicranlı, tükenmez geceler / Ne kadar gözyaşı döktüm, bunu yıldızlara sor’’ diye mısralar yazacak, eski şiirimizin en meşhur örneklerinden biri olan ‘‘Daussıla’’yı yani ‘‘vatan hasretini’’ meşhur kitabı ‘‘Malta Geceleri’’ ne koyacaktı.


Tarihimizde önemli bir yere sahip olan bu makalenin tam orijinal metni;


Kara Bir Gün


Fransız generalinin dün şehrimize vürudu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlâd ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.


Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e dahil olarak, -Büyük Napolyon’un neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan- tâk-ı zafer altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) nâmını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o matem-i millî karşısında aynı telehhüf ve hicab ile ağlamış ve kızarmışlardı.


Biz ise mevcudiyet-i milliye ve lisâniyelerini bizim ulûvv-ı cenabımıza medyûn olan bir kısım halkın hay u huy şemâtetiyle bu mâtem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. (Buna müstehak değil idik) diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düçâr olmazdık. Her kavmin sahâif-i hayatında birçok ikbal ve idbâr sahîfeleri vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı (Şarlken)’in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de mestûr imiş. Her hâl muhavveldir. Arapların güzel bir sözü var: “Isbır, fe-inne’d-dehre lâ yesbır” derler.


Yazının Günümüz Türkçe’deki Hali


‘‘Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terkedeceğiz.


Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e girdikleri sırada, Büyük Napolyon'un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer tákının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azábı duymamıştı. Çünkü ‘‘Fransız’’ námını taşıyan her kişi, çünkü yalnız hristiyanlar değil, yahudi Fransızlarla Cezayirli müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.


Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim álîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘‘Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felákete düşmezdik. her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva'yı Şarlken'in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş. Araplar’ın güzel bir sözü var: ‘isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ (sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler’.












300 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page